Wednesday, December 20, 2006

Friday, December 15, 2006

İsimsiz/ Untitled


Özge Baykan, 2006

Thursday, December 14, 2006

Bekçi Kulübesi





Stephan Mörsch, 2006



Stephan Mörsch, 2006

Lübnan’ın sahil kenti Sayda’da kordon boyu palmiyeler. Baalbek’te yeni yükselen binalar, merkezlerde kaldırımlar yenilenmiş. Dağlarda üretilen, dut reçeli İngiltere Kraliçesi’ne gönderiliyor. 4 yaşında bir kız çocuğu, Arapça, Fransızca, İngilizce konuşuyor, babası bir de Mandarince konuşan Çinli bir dadı arıyor. Bu toprak parçası, sadece Suudi Arabistan’dan gelen benzin paralarıyla değil, kendine güvenen yeni bir kuşağın çabaları ile tekrar işlenmeye, gelişmeye müsait. 11 temmuz Beyrut’ un şık havaalanından Hamburg’ a dönüş, 1 bir kahve daha… 12 temmuz, iki İsrailli asker Hizbullah tarafından kaçırıldı. 13 temmuz, televizyonda bombardımanın ardından görüntüler. Benim bilgisayar ekranımda bekçi kulübeleri var; ilk anda birbirinin aynı görünen bu kulübeler; parlamento binasının önünde, şehir çıkışında, Suriye sınırında, ilçeden ilçeye değişen grupların, Maronit kasabaların,Hizbullah’ın yerleşim sınırlarında ve zenginlerin alışveriş yaptığı büyük alışveriş merkezlerinin önündeler. Lübnan’ da kırmızı çizgileri herkes seviyor ve kendi sedir ağacını boyuyor. Herkesin kendine has bir güvenlik anlayışı, doğru bir yolu var, tek kültürlü olmadıkları için şanslılar ve bu altı bin yıldır böyle…

Stephan Mörsch, 2006

Friday, December 08, 2006

How much money can you save in 15 minutes? / 15 dakikada kaç lira biriktirebilirsiniz?



Özge Baykan, 2006




1994 sağda; Mehmet Atalay Bey’in odası
2004 solda; yerleştirme "Mehmet Atalay Bey’ in 20. yüzyılı"


Kınay Olcaytu, 2004

Mehmet Atalay Bey'in Odası



sağda; Mehmet Atalay Bey’in duvarından bir ayrıntı
solda; yerleştirmeden bir ayrıntı

Kınay Olcaytu, 2004


Mehmet Atalay Bey yaşadığı bir yüzyılı, odasının duvarlarında, gazete kupürleri, kartpostallar, fotoğraflar ve nesnelerle belgeledi. Duvarlarında aile büyüklerinden torunlara, eski komşulardan politikacılara, Romi Schneider’den Emel Sayın’a tanıdık tanımadık herkes vardı. Rengarenk ve devingendi duvarlar, bazen kişiler, manzaralar, nesneler yer değiştirir, birbirlerinin üstünü kapatırlardı. Asırlık ömrünü sergilediği, seyrettiği odasının duvarları o yaşadıkça yenilendi. Mehmet Atalay Bey benim dedemdi ve aile fotoğraflarının yoğunlaştığı, benim en çok ilgimi çeken köşede yatağı vardı, fotoğraflara dokunmamı engelleyen.
Kınay Olcaytu, 2004

Friday, December 01, 2006

Saturday, June 03, 2006

Wednesday, May 31, 2006

TOZ BUZ / Özge Işık


Resmen toz olmuştu. Hayatımdan. Aniden. Geldiği gibi beklenmedik bir anda ve çabuk. Hayatımın da aynen o günkü hava gibi olduğu bir anda. Bulutsuz, berrak ve az rüzgarlı.

Kayalıklardaydık. Sanırım oraya denize girmek için gitmiştik. O. birden ayağa kalktı ve elini bana doğru uzattı. Artık sorgulamak istemiyordum. Soru sormadım. Tek kelime etmedim ve tuttum elini. Uçurumun kenarına doğru yürüdük. Kafasından neler geçiyordu acaba? Belki O. da benim kafamdan neler geçtiğini geçirmeye çalışıyordu kafasından. Aniden durdu ve “Hadi” dedi. “Hadi, atlayalım.” Hayır, dedim içimden. O kadar yüksekten atlamamızı istiyor olamaz. Ben sakin sakin aşağıya inip gireceğiz sanmıştım denize. Ama O. gayet ciddiydi. Çakılırız, dedim. Beton etkisi yapar, dedim. Korkuyorum, dedim. Fayda etmedi. Korkma ben varım yanında, diyordu. Ne fark ederdi, gene de korkuyordum işte. Titremeye başlamıştım. Soğuktan mı, korkudan mı, yoksa elimi tutuyor oluşundan mı? Bilmiyordum. Peki, dedim. Sadece bir seferlik peki. Elini daha sıkı tutuyordum artık. Korkudan terlemişti elim. O. da fark etmiş miydi bunu? Kafasını çevirip “Hadi” der gibi bana baktı. İleriye doğru büyük bir adım attık. Olmuştu, artık havadaydık. Biliyorum sadece birkaç saniyeydi. Ama bana saatlerce sürmüş gibi geldi. Uçuyordum. Özgürdüm. Kimse o anda bana karışamazdı. Havada beni durdurup “Bir şey sorabilir miyim” diyemezdi. Havada trafik yoktu. Önümden reklamlar geçmiyordu. Çalar saatim çalmıyordu. İş yoktu. Görevlerim, sorumluluklarım, insanlarım, hiçbiri yoktu. Sadece O., ben ve rüzgar… Sonra buz gibi suyun bizi kendimize getirişi… Bir eylemin aynı anda hem bu kadar heyecanlı hem de bu kadar huzurlu olabileceğini tahmin edemezdim.

Zorlu bir tırmanıştan sonra yukarıya vardık. Bu sefer ben hadi, dedim. “Hadi atlayalım.” Tekrar bıraktık kendimizi boşluğa. Yine hızlı hızlı atıyordu kalbim. Yine özgürdüm. Nedense bu sefer daha kısa sürmüştü. Yetmemişti. Ezberlediğim yoldan hızlı hızlı tekrar yukarıya çıktık. Tekrar atladık. Sonra tekrar, tekrar ve tekrar… Artık yüzüme “Yine mi” der gibi bakıyordu. Ben hep “Hadi,” diyordum. Ben ne kadar şevke geliyorsam o da o kadar heyecanını yitiriyor gibiydi. Başlarda sadece suratını ekşitiyordu. Sonraları bu ifade de silindi yüzünden. Yorgun, bezgin bir hali vardı. İyice ruhsuzlaşmıştı. Sonunda dayanamadı ve artık atlamasak, dedi. Vazgeçsek? Olmaz, dedim. Devam etmeliyiz. Bizimle gelen D. de beni uyardı. Yeter, dedi. Bunun bir sonu olmalı. Hayır, dedim. Neden vazgeçmeliyim? Ölmedikçe özgürlüğün neden bir sonu olsun ki? Her zamanki gibi sımsıkı tuttum elini. Elleri terleyen artık O.’ydu. Yüzüme yalvarır bir ifadeyle baktı son bir kez. Belki vazgeçerim diye. Vücudu artık eskisi kadar hafif değildi. Kolundan çekerken büyük, ağır bir bavulla atlıyormuşum gibi hissettim kendimi denize. Sonra da bavul beni aşağıya çekmeye başladı. Artık tamamen farkındaydım sadece birkaç saniye sürdüğünün. Tekrar suya battık, battık, battık… Suyun içinde elimi bıraktığını hatırlıyorum. Ve yavaş yavaş yüzeye çıktığımı… Uzun süre bekledim. Ama O. çıkmadı. Denize daldım ve aradım. Daldım çıktım, daldım aradım. Bir türlü yoktu. Artık üşüyordum. Üşüyordum ve korkuyordum. Ne olmuştu ona? Boğulmuş muydu? Peki ya o zaman vücudu neden yüzeye çıkmamıştı? Bilmiyordum. İlk olarak peki ya şimdi ne yapacağım, dedim. Tek başıma atlayamazdım ya…

Elimden hiçbir şey gelmezdi. Yukarıya çıktım. D. dik dik bana bakıyordu. Böyle olacağını biliyordum der gibiydi. Bak şu haline, nasıl da sersemlemişsin, dedi. Ben ne diye seninle atlamadım sanıyorsun? Garip. D. O.’nu hiç hatırlamıyordu. Uçurumdan yalnız atladığımı sanıyordu. Toz buz olmuş bir halin var, dedi. Toz buz değil o, tuz buz, dedim ukala ukala. Ama O. toz oldu, dedim. Hayatımdan. Aniden. Geldiği gibi beklenmedik bir anda ve çabuk… Artık atlayamayacağımız için üzgün müyüm? Yoksa toz olmasından memnun muyum? Bilmiyorum. Hala bilmiyorum.
Özge Işık, 2006

Monday, May 15, 2006

Sunday, May 14, 2006

Thursday, April 13, 2006

TOZ / DUST / Yasemin Özcan Kaya




Yasemin Özcan Kaya, 2006

Ölmüştüm ve Öldüğüme Kimseyi İnandıramıyordum / I was dead and no one would believe that I was dead / Özge Baykan


Nereye gitsem bana yaşayan muamelesi yapıyorlardı. Anlatamıyordum. Anlatıyordum da dinlemiyorlardı, daha doğrusu. Yine de tozları almaya, çöpü atmaya, bulaşıkları yıkamaya mahkumdum. Ölmeme rağmen tozlar alerjiye sebep oluyordu, bir de battaniyenin tüyleri böyle ağzıma ağzıma girdikçe hapşırasım geliyordu. Her yere saçılıyorlar, kıllarla birbirlerini çekip yerde yumak haline geliyorlar.

Ölmüştüm ama hala postacı bekliyordum alttan alta. Acaba bana kartpostal atan var mı? Mesela onu da hala bekleyebiliyordum. İnanılmaz bir şey. Ben de öldüğüme inanmayanlardan mıydım?

Kansersindir, son günlerin kalmıştır ve biliyorsundur bunu, üzülürsün, bir yandan da bir huzur çöker. Özgür hissedersin, nasılsa gidicisin. Öyle değildi benim yaşadığım. Ben ölmüşlüğüme rağmen ikinci bir ölüme kadar bu dünyaya mahkumdum. Ya da üçüncü. Ya da dördüncü. İşte, böyle kaç ölüm yaşayacaksam. İçimde çok büyük bir boşluk vardı. Hissizlik. Huzur diyeceğim neredeyse, ama öyle değil. Huzur değil.

Çünkü yukarıda saydığım ve daha milyonlarcasını da listesine ekleyebileceğim örneklerdeki gibi basit dünyevi işlerle uğraşmayı sürdürmem gerekiyordu. Ve o dünyevilik beni benden o kadar alıyordu ki, ölmüşlüğümün bir tadını bile çıkaramıyordum.

Özge Baykan, 2006

Wednesday, April 12, 2006